Allah’a hamdolsun yüce Mevla bir kitabımı daha yayınlamama imkân verdi!
Bu hususta ne kadar şükretsem azdır. Kitaplar, bir yazarın çocukları
gibidir! Her bir kitabın çıkması, yeni bir evlada kavuşma sevinci verir.
Sözü fazla uzatmadan; “ilahi aşk” ile ilgili birkaç söz etmeme izin
verin;
“İLAHİ AŞK” aslında kulun; Allah’a olan sevgisidir. Bu,
Mesnevi’de Ney mecazında neyin, nasıl ve niçin inlediğinin hayretler
içinde anlatılmasıdır. Gerçek kul, Allah’tan ayrılığın özlemini
çekmekte, O’na karşı görevlerini yerine getirebilmek için bütün
olumsuzluklara karşı çığlık atmakta, inlemektedir. Bu, ruhlar
yaratıldığı zaman Allah’a verilen bir misakın sonucudur. Hz. Adem’den
başlayan ve dünya durdukça devam edecek olan bu inilti, en mükemmel
şeklini, peygamberler, veliler ve Allah dostlarında bulmuştur.
İlahi
aşk’ı; “Âşıkın, Maşuka yani Allah’a, yaratana karşı aşırı sevgisi
şeklinde ele almak doğrudur. Bir çeşit Hicrandan vuslata şeklinde
cereyan eden hayat serüveninin, daha doğrusu yaratılış mantığının bir
olmazsa olmazıdır. Her insan sever ve âşık olur. Bu, ister inansın,
ister inanmasın. Ama en değerli ve geçerli aşk, Allah’a duyulan aşktır.
Bunun için Mevlana; ölümü; “şeb-i arus” yani düğün gecesi olarak
benimser. Sevgiliye kavuşma anı. Ve bu anlayışı Mesnevide dile getirir.
Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti; Allah’ın nezdinden ayrılışın ve dünya
gibi sıkıntılı bir yere düşmenin çığlığını atar. Ve bunu ney metaforuyla
anlatır. Bu açıdan Mesnevi, aşk çığlığının coştuğu, şiirlerle,
hikayelerle yaratılış serüveninin anlatıldığı ve âlimlerin; “mesnevi,
Kur’anın Farsça Tefsiridir” dedikleri bir hayat kitabıdır.
İLAHİ AŞK
anlayışını Mevlana, mesnevi’nin ilk on sekiz beyti içinde ele alır.
Bunda; âşıkın, maşuka hasreti vardır, bezm-i elest şuuru içinde hareket
edememe vardır. Hz. Musa’nın; “bana kendini göster sana bakayım” deyince
Allah’ın; “beni göremeyeceksin” cevabı yer alır.
İlahi aşk’ın
sembolü, mesnevide ney ile ortaya konur. Ney aynı zamanda kâmil
insandır. Bu sebepten, kitapta; mesnevi’nin ilk on sekiz beyti ele
alınacak, insan-ı kâmil ve özellikleri işlenecek, elest bezmine atıfta
bulunulup, Hz. Âdem’in yaratılış serüvenine ait bilgiler verilecektir.
Ney,
çeşitli yorum ve anlayışlara göre; kimi zaman Hz. Âdem, kimi zaman Hz.
Muhammed (SAV), kimi zaman ve en mükemmel biçimde; insan-ı kâmil olarak
değerlendirilmektedir.
Mesnevî-i Şerif, bişnev kelimesi
ile başlar, yani dinle. O yanık sesli "Ney’i" dinle, "Bişnev în ney çün
şikayet mîküned, ayrılıklardan hikayet mîküned" veya orijinal metniyle
"ez cüdâyihâ hikâyet mîküned." Dinle, neyin nasıl şikayet ettiğini,
ayrılıkları nasıl dile getirdiğini dinle.
Önsöz veya takdim
yazısında, bizzat Hz. Mevlânâ tarafından "bu Mesnevi kitabı Allah’ın
sırlarının ve ona ulaşma yollarının öğretilmesi hakkında, sırların
açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslından bahseder,
Allah’ın fıkh-ı ekberi, şer’-i ezharı, yani büyük bir anlayış ve parlak
delilidir." diye tarif edilir. Mesnevî-i Şerif yukarda arz ettiğim gibi,
"bişnev" ile başlar; dinle kelimesi ile... Bişnev, "b" harfi ile başlar
dolayısıyla Mesnevî’nin başlangıcı "b" harfi iledir.
B harfi, eski yazımızda bildiğiniz gibi, altında noktası olan yatay bir yay şeklindedir.
Denir
ki, kâinat Kur’ân’da, Kur’ân Fâtiha’da, Fatiha besmelede, besmele b’de,
b ise noktadadır. İşte onun içindir ki, bizzat Hz. Peygamber
tarafından, ilim şehrinin kapısı olarak vasıflandırılan Hz. Ali (RA),
"İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı" buyuruyor. Hep o noktayı
anlatmak için, asırlardır ilmi çalışmalar yapılmış ve bütün kitaplarda o
noktayı anlatmak için yazılmıştır. O nokta ki ismini söylemek çok kolay
"tevhit noktası" dır. Ama o noktaya gelebilmek için, evvela Mesnevi-i
Şerifin emri veya tavsiyesinde olduğu gibi dinlemeyi bilmek lazımdır.
Çünkü "olma"nın yolu, "bilme" den geçer "bilme" ise dinleme ile başlar.
Dinleme yerine okumak olsa idi: o ellerinden öpülesi, başımıza taç
edilesi öğretmenlerimizin asli fonksiyonları kalmazdı. Herkes kitap
okur, öğretmenlerinden bir şey öğrenmesine hacet kalmaz, okuduğu
kitaplardan yeterince ilim öğrenirdi. Ama okuma ile değil, dinleme ile
öğrenilir.
Mesnevî’de 512’nci ve 513’ncü beyitlerde Hz. Mevlânâ şöyle buyruyor:
"Canu dil râ takati ân cûş nîst
Bakî gûyem der cihan, yek hûş nîst."
Can
ve gönülde, yani kalpte hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve bu
kulakta da işitecek istidat yoksa ben kime ne söyleyeyim?
"Herkucâ gûşî bûd ez vey çeşum çeşt
Herkucâ seng ki bûd ez vey yeşim dest."
Nerede bir kulak varsa, ondan yol gösterici yol hasıl olur.
Nerede bir taş varsa, söz dinlerse eğer, taş olmaktan çıkar, yeşim derecesine yükselir.
Göz
yol göstericidir, ama kulak yol buldurucudur. Her gördüğümüz doğru
değildir. Çok basit, bir su dolu kaba, bir cetvel batırdığımızda, suyun
zemininde, sathında, cetveli kırılmış gibi görürüz. Halbuki cetvel kırık
değildir, biz öyle görürüz. İşte göz böylesine yanılabiliyor. Kulak,
eğer doğru ağızdan çıkan sözleri işitirse, işte göz gibi yanılmaktan da
ârîdir ve o doğruyu görmez ancak doğruyu bulur. Tabi bu durum, söz bir
kulağından girip, diğer kulağından çıkanlar ve kalpleri ve kulakları
mühürlü olanlar için değildir.
Tasavvufta ilerlemenin çok önemli iki
unsuru var. Hizmet ve Sohbet. Sohbet o kadar önemli ki, Hz. Peygamber’in
sohbetinde bulunanları, bizler asırlardan beri Ashâb-ı Kiram diyerek
hürmet ediyor, isimlerini her anışımızda onlara dualar ediyor, onların
yardımlarını, himmetlerini diliyoruz. Bunun sebebi nedir? En yüksek
sohbet sahibi olan Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunup, onu dinlemenin
şerefine ermenin yüceliğidir. İşte onlar böyle dinlediler ve dini, elden
ele bize naklettiler, eğer biz de dinlersek öğreneceğiz.
Kendini boşuna harcamış olur insan, dilediğine ulaşıp da sevinç duymazsa. Yıktığın hayat kendininki olsun daha iyi, yıkmakla kazandığın yapmacık bir mutluluksa.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder