14 Haziran 2016 Salı

Kadın Aşktır

Üstüm başım su içinde uyanmıştım.elimle sağ tarafımı yokladım o oradaydı uyuduğu yerde bir kaç dakika uzun uzun baktıktan sonra sigara paketini ışığı yakmadan gene elimle yoklayarak sehpanın üzerinden çakmakla alıp parmak uçlarında usulca balkona doğru . o kısacık iki adım ne kadar da uzamıştı öyle neler gelmişti o arada zihnime ne kasvetli bir soğuktu bu kabus duşundan sonra tenime değen. balkon daydım evet sonunda varabilmiştim tek tük geçen arabalara sokaktaki it kedi naralarına tenimi yalayarak beni üşüten serin bir hava ile tanışı vermiştim oracıkta ne kadar fakir olduğumu anladım sonra evimin balkonunun altında yatan ayyaşı görünce ne kadar zengindi .
ben aydınlanmak önümü görmek için bir lambaya ihtiyaç duyarken onun kocaman bir gökyüzü vardı. gece savaş açtı orada bana hemen ben her bir darbede bir eksik parçamı düşerken yere görüyordum.
evet evet gördüm o düşen ney sen misin hüsran bende ne çok büyümüş kökleşmişsin sen 

10 Haziran 2016 Cuma

İLK AŞK

İnsan hayatında ilklerin yerini hiçbir şey tutmuyor. Hep bir farklı hatırlanıyor ve özel bir anlam yükleniyor. Okula başladığımız ilk gün nasıl da heyecanla ilk defa korunaklı evimizden çıkıp okul bahçesinde sıra sıra dizilmiştik. Hangimiz hatırlamaz. İlk defa o sıraya oturup etrafımıza bakarken neler geçmişti acaba kafamızın içinden. Ya ilk sınava girişimiz, ilk işe başladığımız gün, ilk işimiz. O kadar çok ilk yaşanır ki yaşamız boyunca saymakla bitmez.

Hele o ilk yürek çırpınışları, ilk heyecanlar, o konuşmaktan bile utanıp yüzün kızarması, gördüğün anda nereye saklanacağını bilmeden bir yerlere saklanma telaşı. Kim unutabilir ki ilk defa karnında uçuşan kelebekleri, yere göre sığmayan yüreğindeki esen deli rüzgârları. 

Yani ilk aşk. İlk aşkın yeri hep ayrı olur. Ağzının içinde eriyen akide şekeri gibi geçip gitmiştir ama tadı damağında hep aynı kalmıştır yıllar içinde.

İlk gençliğin ya da on dört yaşın sevda ile ilk uyanışı o masum günahsız ilk aşkın kıvılcımları nasıl da saklanıp kalmıştır yıllar boyunca içinizde bir yerlerde. Birden anımsayıverirsiniz hiçbir sebep yokken, içiniz sızlar, yüzünüzde bir gülümseme. Ama hatırladığınız kimsenin yüzünün şekli bile belki belirsizdir anılarınız içinde. Belki şimdi görseniz bile tanımakta zorlanırsınız. Anımsadığınız içinizde saklı tuttuğunuz o sımsıcak duygulardır, farklı heyecanlardır. 

Bazılarınızın ilkokul sıralarında yanında oturduğu çocuk, ya da ilkokul öğretmeniniz. Her gün gördüğünüz bakkalın çırağı, okul yolunda birden karşınıza çıkan bir yabancı, otobüsteki genç, herkes olabilir. Yüreğiniz size mi soracak kime takılıp kalacağını. 

Belki mahalledeki o güzel gözlü çocuk. Gizli gizli bakışmalar, gördüğünüz anda yüreğinizden havalanan kuşlar. Hangi köşeyi dönseniz birden karşınıza çıkacakmış gibi her yerde onunla karşılaşmalarınız, sonra elinize tutuşturulan bir not. İçinde iki kelime, o sımsıcak elinizi dağlayan, masum, size gülümseyen, içinizi ısıtan o iki kelime. O nasıl bir mutluluktur ki hala düşündükçe içinizi ısıtmaya devam eder.

Ne masum yıllardı onlar, onsuz bir dünya düşünemediğiniz insanın elinin bir teması bile ayaklarınızın yerden kesilmesine sebep olabilirdi. Saçının bir telinin sahibi olmak, mendilin içinde o saç telini tekrar tekrar görmek nasıl bir sevinçti. Verilen bir çiçeğin kurutulmuş hali defter sayfalarının içinde yıllarca size gülümsemiştir mutlaka. Ya ilk şiir denemeleri, çocukça, saf. 

Yağmurda bir şemsiye altında, utangaç bir gülümseme dudaklarının kıvrımlarında öylece konuşmadan okul yolunda birlikte yürümek, oyunlarda bile kollandığını korunduğunu bilmek nasıl bir güvence verirdi ki hayat size hep tozpembe görünürdü. 

Kim yaşamamıştır ilk aşkın deneyimini? Bence herkes bir şekilde ucundan veya kıyısından ya da en yakıcısından yaşamıştır. Yıllar sonra izi kalan şey o yaşanan duygulardır. 

Sonra; sonrası yok, büyüdük biz, ayrı çevrelerimiz oldu, ayrı hayatlarımız oldu. Hatta acılarımız dertlerimiz. Ancak çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin o büyülü sıcak duygulu dünyası çok gerilerde kalmasına rağmen yine de zaman zaman ufacık bir gülümseme ile bile olsa hatırlanıyor. Bir şarkı, bir anı, bir bakış veya bir koku yetiyor anımsamaya.

8 Haziran 2016 Çarşamba

AŞK CENİNİ

Ana rahmine düşmüş cenin gibiydi seninle aşkımız. İlk iki ay farkındasızlık. Üçüncü ay birlikte gebe kaldığımız bu aşka sevinsek mi aldırsak mı kararsızlığı. Ne ilginçtir tam da dokuz ay on gün sürmüştü. Tam dokuz ay on gün önce tanışmıştık seninle, virane bir bar köşesinde. Ulan barda tanıdığın kadından hayır mı gelir dedim kendime. Sanki barda tanıştığın adamdan hayır gelir gibi. Belli ki o gün ikimizde dertliydik. Efkarımızı dağıtmaya gelmiştik. Kim bilir, bana anlatmadın ama, gözlerinden okunuyordu isteksiz bir aşka gebe kaldığın, ve istemsizce düşük yaptığın ya da aldırdığın. Belki de buydu bizi birbirimize çeken. İkimizde bir aşk yaratmayı beceremediğimizden bulmuştuk birbirimizi. Hoş ben hiç aşk aldırmadım, aşk ta düşürmedim. Hayatıma girenlerin çoğu aşkı yanlış anladı, ya taşıyamadılar, ya da bu aşkın babası, anası bir başkası deyip çekip gittiler. Bir türlü nur topu gibi bir aşkım oldu diyememiştim. Ama sen farklıydın, seninle birlikte gebe kaldık bu aşka, birlikte çektik sancılarını. Tam tamına dokuz ay on gün oldu bugün. Ve sen de diğerlerinden farklı çıkmadın. Gittin... Aşkımız ölü doğum yapmıştı. Bir cenin bile ana rahmine düştüğünde tam da senin bende kaldığın kadar kalır. O bile anasının rahmini belli bir süre sonra terk ettiğine göre, sen mi bende kalacaktın yıllarca. Rastlar mıyım bir gün bilinmez, gelip de bir ömür kalana. Rastlarsam eğer, değil dokuz ay on gün, razıyım onunla bir ömür boyu, gerçek aşka gebe kalmaya...

BİTEMEYEN BİR AŞKIN ARDINDAN

Bitti demenden sonra mı başladı herşey? Seninleyken, sende iken tamda sen olmuşken mi ? Gönlümde alev alev yanmış, benliğimi benden almışken mi? Yok olmuş iken… Bukadar alışmışken… Tamda arınmışken seni herkese benzetmekten, kimseye benzetememeğe başlamışken mi? Derdinle, kederinle barışmışken; mutluluğu varlığına değişmişken mi? Mecnunlara karışmışken, Şirin deyip sarılmışken, Zührem deyip diz çökmüşken, masal olup dil dökmüşken mi? Ne zaman bitti?
Aşk hiç biter mi? Aşk hiç biter mi? Diye dolanıverdi yine o şarkı dilime. Biten ne idi peki? Kaybolan benliğim mi yoksa tamamen senliğim mi? Belkide sadece varlığındı biten. Belkisi yok kesinlikle varlığını esirgedin benden. Gözlerini, gülüşündeki gamzeni, küçücük ellerini, seni sen yapan somut herşeyi esirgedin. Ve küçük dünyamdaki herşey okadar sendiki…
Ve küçük dünyamda herşey o kadar sendi. Ankara'da hep aynı mekanda içtiğim limonlu çay, Eminönü'nde yediğim balık-ekmek, kahve yanında gelen çikolata kaplı kahve çekirdeği, herhangi bir şehrin herhangi bir ara sokağındaki restorantta sipariş edilen yemekte çıkan saç teli bile… 
Sen olmuşken, yok olmuşken, bu kadar alışmışken ve küçük dünyamda herşey okadar sen iken. Bitti mi?

7 Haziran 2016 Salı

AŞK ROBOTLAŞTIRIR..

      Aşk köpekleştirir diye bir yazı okumuştum yıllar önce.

 Tüm gece o cümlenin ne anlama geldiğini düşünüp durmuştum. Tan vakti ağarırken çil horozun sesiyle irkildim ve o an buldum cevabını. Çil horoz her tan vaktinde sanki programlanmış gibi ötüyordu, öyle koşullanmıştı çünkü... Evet, aşk köpekleştirir çünkü aşkın şarabını içenler aşk yasasını yol haritası gibi görür ona göre hareket etmek zorunluluğu duyarlar... Body kızım kap şunu, Body kızım koş, aferin kızım, getir kızım... Deriz ya köpeğimize işte aşk da bize aynı yasayı uyguluyor aslında oğlum şu hediyeyi al, kızım şu elbiseyi giy, oğlum şiire şu gül yakışır... Der durur bize...  Biz de ona koşulanmış gibi robot gibi aşkın bizden istediğini yerine getiririz. Kim bilir kaç kurban vermişizdir. Vampir gibi kanımızı içtikçe daha da susuyor aşk. Biz programlanmış insan türü canımızın yanmasından ders çıkarmadan her dert, her acı mubahtır bu yolda düşüncesiyle her defasında aynı yolu bir daha yürüyoruz...

       Derindir hicran yarası, Başka acılara benzemez. Yara bantlarıyla pıhtılaşmaz mesela. Çünkü ruhta oluşur ve ruhun mutluluğa kangren olur. Silinir tüm yağmur damlalı gülüşlerin. Hicran yarasını narkozla uyuşturamasın. Rakı sürersin yaralarına çoğu geceler. Rakı ve karanlık kabuk bağlar yarana sanırsın çoğu zaman ama güneş ufuktan doğdu mu oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi yeniden açılır gözlerinin vanaları. Dinginleşmez hırçın acıların...

      Günler, aylar, yıllar geçer, şakaklar kar toplar, yüzün neştere tutulmuş gibi derin çizgilere bürünür ama gözlerin hiç yaşlanmaz sevdan taze bir gül gibi dalında kokmaya devam eder. Ve yüreğin hala aynı acı nefeslerle solar tüm karbondioksitleri. Gramejinden eksilmez hicran yaran. Dipsiz kör kuyu, zifiri karanlık ve hala ürkütücü gözlerle besler firağı...

6 Haziran 2016 Pazartesi

SEVDANA TALİBİM

Her kes bir şeyler söylemiş, ben eksik kalayım dedim demesine de dilim durmadı. Aşka inanan bir insan değilim, aşksız da yaşayamam, insan inanmadığını ne kadar yaşaya bilirse o kadar işte. 

Her insanın hayatına girmiştir, vakitli vakitsiz aşk, kimini sırılsıklam ıslatmış kimini yemeden içmeden kesmiş, kurutup gitmiştir; çok güzel yaşanmışlıklar, hiç yaşanmamış çok güzel hayallerle birlikte.

Tarifi öyle bir bardak pirinç, 200 gram tavuk göğsü, kaşık ölçüleriyle salçası, tuzu, biberi olmuyor. Bazen de her şey oluyor. Yine de sorarsanız bence nedir aşk: Yanakta bir gamze, bazen bir gülüş, bazen de sevdiğin kızın siyah saçları... Öyle durduğu yerde durmaz, olduğu gibi de kalmaz. İki yanakta iki gamze gördü mü değişiverir. Yeni bir gülüş, yeni bir aşk, daha siyah saçlar daha kara aşklar oluverir. Kimse kendi aşkının üzerine alınmasın, soranlara bence dedim